Welcome to Our Website

Etiğin görmezden gelinen yüzü: Hayvan sömürüsü

Hayvanlarla olan ilişkimizi daha çok sevgi, dostluk, sempati gibi olumlu duygular ya da yırtıcı, vahşi, yaban gibi olumsuz tanımlamalar üzerinden değerlendiriyoruz. Oysa duygularımızın değişebileceğini, duygularımızı yönelttiğimiz varlıkların da değişebileceğini bu nedenle de hayvanlarla olan ilişkimizi duygular üzerinden kuramayacağımızı göremiyoruz. Aslında hayvanlarla kurmamız gereken ilişki duygular üzerinden değil onların da bir yaşamın öznesi oldukları kabulüne dayanan temel haklar üzerinden olmalıdır.

Hayvan hakları üzerine konuştuğumuzda ise çoğumuzun aklına evde ailelerimizin bir parçası olarak gördüğümüz kedimiz, köpeğimiz, tavşanımız gibi bizlere yaşam yoldaşı olan hayvanlar ile sokaklarda üşüdüğünü, aç ve susuz kaldığını düşündüğümüz sokak hayvanları geliyor. Bizlerle yaşayan, göz önünde diyebileceğimiz bu canların varlıklarının korunması konusunda yeterli olmasa da olumlu gelişmeler var. Sivil toplum kuruluşlarının yoğun çalışmaları, medyada hayvan hakları konusunun popülerleşmesi ve bazı yasal düzenlemeler olması sevindirici.

Göremediğimiz, görmezden geldiğimiz ya da bizlere gösterilmeyen, sanayi çiftliklerinde sömürülen, hayvan deneylerinde kullanılan, gıda olarak tüketilen, eğlence için sergilenen ve öldürülen insan dışı hayvanların acı dolu yaşamları. Duymadığımız ya da duymazdan geldiğimiz ise endüstriyel hayvan tesisleri ve kesimhanelerinin suç ortamları olup olmadığı üzerinden gündeme gelen “yeşil kriminoloji”, “kırsal kriminoloji”, “ekolojik adalet” tartışmaları… Kapitalist üretim modelinin endüstrileştirdiği hayvan sömürüsü, felsefe ve etiğin de periferinde kalarak görmezden gelinen yüzü haline gelmiş durumda. Örneğin bir tarafta ailemizin bir parçası haline getirerek yaşam yoldaşı olan köpekler ile aynı köpekleri en çok deney hayvanı haline getiren süreç etik açıdan görmezden gelinirken, felsefi ve etik düzlemde göstermeye çalışanların ise sesi çok kısık kalıyor.

HAYVAN HAKKI MI, HAYVAN REFAHI MI?

Tarihsel süreçte kölelerin özgürleşmesinde, kadın haklarının tesis edilmesinde hem vicdani hem de hukuki bir dönüşüm yaşandığına şahit oluyoruz. İşte tam da bu nedenle insan dışı hayvanlar açısından da sömürü sistemi ne ve insan dışı hayvanların haklarına daha geniş perspektiften bakmaya ihtiyacımız var. Bugün Tom Regan, Peter Singer, Carol J. Adams, Donna Haraway, Gary L. Francione gibi çağdaş düşünürlerin bu dönüşümü sağlama konusunda yapmış oldukları çalışmalar olumlu gelişmeler olarak görünmekte. Bununla birlikte hayvan refahı söylemleri üzerinden hayvanların yaşamlarının iyileştirmesi konusunda da ilerlemeler göze çarpıyor. Diğer taraftan hayvan refahı kavramının oldukça sorunlu olduğu da tartışılıyor.

Hayvan refahı savunucularının temel dayanak noktaları olan hayvanlara insanca davranmak ve hayvana zorunlu acı çektirmemek düşüncesi de etik açıdan oldukça sıkıntılı. Bu düşüncenin temel problemi; insan dışı hayvanlara ahlaki bir özne olarak davranmak, bir yaşamı deneyimleyen varlıklar olarak görmek yerine, insanın birtakım özelliklerini esas alarak, insana ne kadar benziyorsa insanın sahip olduğu ayrıcalıklardan faydalanması gerektiği inancıdır. Bir diğer problem ise hayvana zorunlu acı çektirmemek düşüncesindeki bu acının ne kadarının zorunlu olduğunun belirlenemeyecek olmasıdır. Hayvan hakları yerine konmaya çalışılan hayvan refahı düşüncesi, mevcut sömürü düzenini değiştirmeden kapitalist üretim sistemini daha kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir nitelikte sunma çabası olarak görünüyor. Hayvanlar açısından kimi iyileştirmeler olsa da aynı kölelerin özgürleşmesinde ve köleliğin yasaklanmasında olduğu gibi hayvanların hak sahibi olabilmesi ve sömürülmemesi var olan ekonomik alt yapı değişmeden zor görünüyor. Mevcut üretim ve tüketim alt yapısı, kapitalizmin üzerine kurulduğundan doğal olarak üst yapı yani hukuk sistemi de sömürü düzenini devam ettirebilmek için insan dışı bir canlıya hak tanıyamıyor. Mevcut yasalarımız çerçevesinde hayvanlar hâlâ mal statüsünde değerlendiriliyor. Çünkü hakkı tanımak demek sömürü düzeninin sonlanması anlamına gelir ki mevcut endüstriyel hayvancılık sektörünün sömürü düzeninin sonlanmasına izin vermeyeceği açıktır.

İNSANLIK İÇİN DEV BİR ADIM

Bugün hayvan haklarından söz ediyoruz ama bunların gerçek haklar olduğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Örneğin hayvanlara iyi muamele edilmesini, acı ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı korunmalarını sağlamak, mağduriyetlerinin önlenmesini temin etmek amacıyla çıkarılan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na göre hayvanların işkence görmeme hakkı ifade edilse de hayvancılık endüstrisi inekleri kapatmaya, yavrularından ayırmaya, hayvanlar üzerinde acı ve ıstırap dolu deneyler yapmaya devam edebiliyor. İnsan haklarının da insan dışı hayvanların haklarının da temelinde etik olduğunu biliyoruz. Çünkü bu hakların temelinde bir yaşamı deneyimleyen öznenin ahlaki değeri var. Bu nedenle felsefe ve etiğin insan dışı hayvanların hakları açısından mevcut kültürü, üretim ilişkilerini, eğitimi, hukuk sistemini, politik yapıyı tekrar tartışmaya açması önemli ve gerekli görünüyor.

İnsanlık için dev adımın Ay’a bir bayrak dikmek mi yoksa yılda 150 milyar hayvanın canının zorla alınmasını engellemek mi olduğunu nedense pek tartışmıyoruz. İnsanlar için en temel hak olan yaşam hakkına saygı duyulduğu gibi insan dışı hayvanların da yaşam hakkına saygı duyulmasının gerekliliği etik olarak tartışılmalıdır. En temel hak olan yaşam hakkı konusunda mücadele etmek aynı zamanda çağımızın en önemli toplumsal adalet mücadelesi içinde yer almaktır. Kadın, erkek, çocuk ya da yaşlı, kedi, köpek, fil, inek ya da penguen hepsi kendi türlerinin doğal alanlarında yaşama hakkına sahiptir, bir yaşam öznesi olarak bu yaşamını gerçekleştirirken de ayrımsız olarak işkence görmeme hakkına sahip olmalıdır. Bu nedenle insan dışı hayvanların önce mal statüsünden çıkarılması, bir yaşam öznesi olarak ahlaki değere sahip olmaları ve mevcut sömürü sistemini terk etmenin gerekliliği etik platformlarda gündeme getirilmelidir. Dolayısıyla kafesleri genişletmek yerine kafeslerin temelli boşaltılması daha akılcıdır.

Bir insanı neden keyfimize göre zincirlemiyoruz? Bunu neden ahlaki olarak yanlış buluyoruz? Peki, bunu neden diğer hayvanlara yapmakta bir sakınca görmüyoruz? Neden hayvanları uyutarak, acı hissettirmeden keserek “et” haline getirmek ahlaki olarak makul görünürken, insanları uyutarak parçalarına ayırmak ahlaken kabul edilemez görünüyor?

İnsanlara karşı sorumluluğumuzun temelinde, insanların; başkaları için yararları ne olursa olsun, kendi yaşamlarını sürdüren, beklentileri ve hatıraları olan, mutluluk içinde var olma isteğine sahip bilinçli varlıklar olmaları vardır. Bu nedenle insanlara karşı kendimizi sorumlu olarak görüyoruz. Yani insanları yaşamın bir öznesi olarak görüyoruz ancak göremediğimiz şey insan dışı hayvanların da bir yaşamın öznesi olmalarıdır. İşte tam da bu nedenle bir insanı keyfimize göre zincirlememek için ortaya koyduğumuz tüm ahlaki gerekçeler hayvanlar için de geçerlidir.

Mesele kafesleri genişletmek değil, temelli boşaltmak olmalı.

PEKİ BU DURUMA NASIL GELDİK?

Özellikle zaman içerisinde bizlere sistemli olarak öğretilen insan-hayvan ayrımına bağlı olarak, doğaya ve insan dışı türlere hükmetme hakkına sahip olduğumuza inandırıldık. Bu hakka nereden ve hangi gerekçe ile sahip olduğumuzu tartışmadan önce hayvan bedenleriyle beslenmeden, deri ve kürklerine bürünmeden, kemikleriyle av ve savaş aletleri üretmeden, kanları ile mağara duvarlarına resimlerini çizmeden ya da dişleri ile çeşitli takılar üretmeden bugün sahip olduğumuz medeniyet seviyesine ulaşabilir olup olmadığımızı etik açıdan düşünmek gerek.

Başlangıçta doğada var olabilmek ve hayatını sürdürebilmek için doğayı anlamaya çalışan insan türü, yaşamını sürdürdüğü kültürel pratiklere uygun olarak inanç sistemlerinde hayvanlara özel bir yer verdi. Değişik tanrılarla birlikte kabul ettikleri hayvanları, destanlar, öyküler ve oyunlarında özel bir yerde konumlandırdılar. Avcılık ve toplayıcılık yaşam tarzının devam ettiği yüzyıllar boyunca hayvanlara atfedilen bu kutsallığın yanında sosyal topluluklarının bir parçası olarak da kabul ettikleri hayvanlarla birlikte yaşamlarını sürdürdüler. Avcı toplayıcı grupların yaşam pratikleri içerisinde, kendinden daha büyük hayvanların, avladıkları hayvanlardan kalan leşleri gıda olarak tüketmenin yanında insanların birbirlerini de gıda olarak tükettikleri tarihsel olarak bilinmektedir. İnsanların da hak ve özgürlüklerinden söz edilmediği bu dönemde, hayvanlarla insanlar arasında ahlaki statü bakımından uzak mesafeler olmadığı açıktır.

Yerleşik hayata geçişle; ilk mülkiyet formlarının ortaya çıkması, ilk sosyal sınıfların oluşmaya, astronomik, geometrik ölçümlerin yapılmaya başlanması, aritmetikte yeni hesaplama yöntemleri, bronzdan seramiğe malzeme bilgisinde oldukça fazla yeniliği beraberinde getirdi. Bu nedenlerle, yerleşik yaşama geçişle başlayan tarımsal üretim, bilim tarihçileri tarafından ilk bilimsel teknolojik devrim olarak kabul edilir. İnsan türü açısından gözlenen devrimin insan dışı hayvanlar açısından da gerçekleştiğini söylemek oldukça güçtür. Zaman içinde bilim ve teknolojinin destek ve gücünü arkasına alan insan türü doğayı anlama ve tanımlama aşamasından doğanın ve diğer türlerin hakimi-sahibi olduğuna inanmaya başladığı aşamaya geçer. Daha doğrusu kapitalizmin sömürü sistemi tarafından inandırılır. İnsan türünün bu üstünlük inancı doğrultusunda kendi türü dışındaki hayvanların etik öneminin ortadan kalktığını yani onları ahlaki bir özne olarak kabul etmediğini, o varlığa ahlaki bir statü atfetmediğini görüyoruz. Böylelikle yerleşik hayata geçişten itibaren hayvanların sömürüsü ve kullanılması normal hale getirildi. Bu süreç kapitalizm ile birlikte hızlandı, insan dışı hayvanlar kendi doğal ortamlarında yaşayan bir yaşam öznesi olmaktan çıkarılarak kültür, ekonomi, inanç, politika ve eğitimle yeniden inşa edilip bir mal statüsüne indirgendi ve sermaye için yaşayan canlı makinelere dönüştürüldü.

Avcı toplayıcı yaşam ve hayvanlar.

HAKLARA SAHİP OLMA HAKKI

Düşünce tarihi açısından değerlendirildiğinde Sokrates öncesi düşünürlerden Pisagor ve Empedokles gibi filozofların hayvanlara yaklaşımı ilgi çekici olsa da endüstri devrimi ve gıdaların endüstriyel üretimine başlanmasının ardından hayvanların yaşadığı sömürü ve acı dolu yaşamın görmezden gelindiği ya da sistemli bir şekilde unutturulmuş olduğu dikkati çeker. Mutlu mesut yaşayan ineklerin, sınırsız otlaklarda özgürce otlayan koyunların, şarkılar söyleyen tavukların sergilendiği reklamlarla, hayvansal üretim endüstrisi tarafından gizleme, unutturulma ve görmezden gelme çabaları sonuç verdi. Sofralara “et” olarak getirilen gıdanın sömürülmüş, zincirlenmiş, şiddet görmüş, bedenleri sürekli olarak doğurmaları için kullanılmış, 25 yıllık ömürlerini 5 yılda ve acı içinde yaşadıkları gerçeği görmezden gelindi. Reklamlarla süslenen, kültürel olarak hayvansal gıdalar tüketilmeden yaşanamayacağı inancının yaygınlaştırılması görmezden gelinen sömürünün asıl mağdurlarını unutturdu. Dolayısıyla insanlar için konuşulan hakikat sonrası (post-truth) dönemin hayvanlar için çok uzun zaman önce başladığı söylenebilir.

Hak sahipliği açısından dünya tarihine baktığımızda, ırkçılıkla, cinsiyetçilikle mücadele edenler, sınıf mücadelesini yapanların hep insanlar olduğunu görüyoruz. Yani insanların kendilerinin, kendileri için hak mücadelesi verdiğini görüyoruz. Hayvanlar için mücadeleyi yine insanların yapıyor olması insan türü dışındaki varlıkların failliği olmadığı konusunu gündeme getiriyor. Bu durumda çocukların, engellilerin ve ötekilerin de failliğini sorgulamak lazım. Ancak burada sorulması gereken önemli soru: Hakkını savunabilen, doğaya ve diğer türlere hükmetme hakkını kendinde görenlerin mi yoksa kendi hakkını savunamayan mağdurların mı hakkını savunmanın daha ahlaki olduğudur!

Hayvanlar; av hayvanı, sirk hayvanı, besi hayvanı, evcil hayvanlar, deney hayvanları, süs hayvanları gibi kategoriler altında topluma dahil edilmiş gibi görünseler de hem hak sahipliği açısından hem de ahlaken toplumdan dışlanmış ve ötekileştirilmiş durumdadırlar. Tıpkı köleler, farklı cinsel yönelimi olanlar, farklı ten renginde olanlar gibi. Ancak hayvanlar, kaba güç, silah kullanımı, imha, zincir ve kafesler üzerinden adalet düşüncesinden de dışlanmış durumdalar. Bu durum hayvanlar için zincirleri, kafesleri, tankları, endüstriyel üretim çiftliklerini meşrulaştırarak, hayvanları insan türünün sosyal dünyasının kilitli dışlanmışları olarak var etmektedir.

YASAL OLANLA ADİL OLAN ARASINDAKİ BOŞLUK

Hayvanların halen mal statüsünde olması yasal ancak adil mi? İşte etik açıdan tartışılması gereken sorun burada görünüyor. Asıl mesele hayvanların da insanlar gibi yaşamın bir öznesi olduğunu, onları bir nesne, bir araç olarak görmeden, onları asimile etmeden farklılıklarını görerek kabul edebilmekte.

Tarihsel süreçte, insan-hayvan ilişkisinin bir güç ilişkisine dönüştüğünü görmek iyi bir başlangıç noktası olacaktır. Bu fiziksel bir güç gösterisinden öte sosyal bir güç gösterisine, tahakküm ilişkisine dönüşmüş durumda. Sosyal medya platformlarında insanların neden öldürdükleri hayvanlarla boy boy fotoğraflarını yayınlarken, işte ben bu elmayı dalından kopardım, bu ağacı söktüm diye fotoğraf yayınlamadıklarını hiç düşünmüyoruz. Zaman içinde var olan “insanat bahçeleri” yerine hayvanat bahçelerinin hayvan tahakkümünü görünür kıldığını görmezden geliyoruz.

“Senegal Köyü” göleti, Liège Evrensel Sergisi (Belçika, 1905).

İNSAN DIŞI HAYVANLAR ACI ÇEKİYOR MU? BİR YAŞAM DENEYİMİNE SAHİPLER Mİ?

Bu noktada yapılan bilimsel çalışmalar tartışmaya ve aksini düşünmeye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor ki insan dışı hayvanlar da acı çekiyorlar. Üstelik hissettiklerinin sadece fiziksel değil, duygusal acıyı da yaşadıklarını bugün artık bilimsel çalışmalarla net olarak biliyoruz. Yeni doğan buzağıların anneleri ile hiç birlikte olmadan ayrıldıklarında, zincirlendiklerinde, deneylerde kullanılmak üzere kapatıldıklarında bunu hissettiklerini bilimsel verilere bağlı olarak biliyoruz ama nedense görmezden gelmeyi tercih ediyoruz.

İnsan ve insan dışı hayvanların acı deneyimi ile ilişkili olarak korku, üzüntü, öfke gibi pek çok duyguyu hissedebildiğini, bunun da omurilik ve beyne sinyal ileten sinir sistemi aracılığıyla fark edilerek acının bilinçli bir şekilde işlenebildiğini net bir şekilde biliyoruz.

Bu normalleştirmenin karşılığında söylenen, “hayvanlar gibi bitkiler de acı çekiyor onun savunusunu niye yapmıyoruz?” sorusunun temelinde bitkilerin çevresel etkenlere verdikleri tepkiler ile hissedebilirliği ayırt edemememiz yatar. Gerçekten de bitkiler köklerini yer çekimi doğrultusunda yönlendirebilir, güneşe doğru yönelebilir, sıcak, soğuk ve kuraklığa tepkiler verebilirler. Ancak bunların tamamı çevresel uyaranlara verilen tepkilerdir.

Yapılan çalışmalarda bitkilerin bilinçle bağlantılandırılabilecek öngörülü davranışlar sergilediklerinin gösterilememiş olması, bitkilerdeki sinyal moleküllerin hayvanların sinir sisteminde olduğu gibi bütünleştirici bir bilgi işlemediği bilimsel olarak ortaya konmuştur (Mallatt ve ark., 2021). Aynı şekilde bitkilerin bir yaşamı bilinçli olarak deneyimlediklerini de söylemek oldukça zor görünüyor. Daha açık bir ifadeyle, bitkilerin beklentileri, tercihleri, hafızası olduğunu, anımsadıklarını ya da mutluluk içinde bir yaşamın peşinden koştuklarını da düşünemiyoruz. Dolayısıyla insanlar için uyguladığımız bir yaşamın öznesi olmak bakımından koyduğumuz kriterleri sadece insan dışı hayvanlara uygulamak mümkün görünüyor.

Hayvancılık endüstrisinin yarattığı sömürü sistemi ahlaki açıdan sorunlu olduğu kadar pratik açıdan da sorunlu ve sürdürülemez durumdadır. Steinfeld ve ark. (2006), çeşitli sektörlerin küresel sera gazı salınımlarını incelediği çalışmalarında, karbondioksit eşdeğeri olarak ölçüldüğünde, hayvancılık sektörünün neden olduğu emisyonların tüm ulaşım sektöründen çok daha fazla olduğunu ortaya koydu. FAO (2006) hayvancılığın çevre için büyük tehdit olduğu ve acil önlem planlarının yapılması gerekliliğine dair yayınladığı raporda, küresel hayvancılık sektörünün diğer tüm tarım alt sektöründen daha hızla büyüdüğünü, bu durumun aynı zamanda önemli oranda toprak ve su rezervlerinin bozulmasının kaynağı olduğunu, gübrelerden gelen nitröz oksidin, karbondioksite göre 296 kat daha fazla küresel ısınma potansiyeline sahip olduğu ve bunun yüzde 65’inin kullanılan gübrelerden geldiğini bildirdi.

Hayvancılık sektörü giderek azalan su kaynaklarına en çok zarar veren sektörler arasında yer almakta, su kirliliğinin yanı sıra ötrofikasyona, mercan resiflerinin bozulmasına neden olmaktadır. Kullanılan antibiyotikler, hayvan atıkları, hormonlar, tabakhanelerden gelen kirleticiler, yem bitkileri için uygulanan gübreler ve pestisitler önemli kirleticiler arasında yer alır.

SADECE DAMAK ZEVKİ UĞRUNA SÖMÜRÜYE DEVAM EDİLEBİLİR Mİ?

Sadece damak zevki uğruna sömürüye maruz kalan hayvanların yaşam süreleri boyunca çektikleri eziyeti hayal etmek zor olmamalı. Ortak yaşam gezegenimizin sürdürülebilirliği açısından da buna bir son vermek ahlaki olduğu kadar ekonomik, sosyal ve çevresel birçok probleme neden olan sonuçların ortadan kaldırılmasına yardımcı olacağı gerçeği ile artık yüzleşilmeli, konu acilen felsefi ve etik düzlemde tartışılmaya başlanmalıdır. Kapitalist üretim sisteminin bilineni görmezden gelme ve aşağılama çabalarına rağmen hayvan sömürüsünün böyle devam edemeyeceği açıktır.

En başta sorduğumuz soruya dönersek hayvanların bedenleri ile beslenmeden, bitkisel beslenmeyle yüzyıllar boyunca istikrarlı bir şekilde yaşamış insanların deneyiminden faydalanabiliriz. Bilimsel gelişmeler de bizlere hayvansal ürünler tüketmeden sağlıklı beslenebileceğimizi açık bir şekilde gösteriyor. Artık hayvanların kemikleriyle de savaşmaya ihtiyacımız olmadığı gibi ortak yaşam gezegeninde ancak onlarla birlikte var olabileceğimizi biliyoruz. Deri ve kürklerine bürünmeden dış etkenlerden korunabiliyor, güvenli barınaklar üreterek yaşamımızı devam ettirebiliyoruz. Kanları ile mağara duvarlarına resimlerini çizmeden sanat üretebiliyoruz. Ancak henüz insan türünün özgürlüğünü kendi bedeni ile sınırlamak zorunda olduğunu, her bedenin tek sahibinin varlığın kendi bilinci olduğunu göremiyoruz. Başka bir insanın bedeni üzerinde hak iddia edemediğimiz gibi insan dışı bir hayvanın da bedeni üzerinde hak iddia edemeyeceğimizi kabul edemiyoruz ve bunun sadece hayvan hakları mücadelesi değil aslında toplumsal bir adalet arayışı olduğunu da göremiyoruz.

TOPLUMSAL EŞİTLİK ANLAYIŞI İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ İLE Mİ SINIRLI?

Bugün göremediğimiz bir başka önemli nokta da toplumsal eşitlik anlayışını insan hakları mücadelesi ile sınırlı zannediyor oluşumuzdur. Oysa yaşadıkları sömürüye rağmen sessiz kalan, kendi haklarını savunamayan, mücadele edemeyen insan dışı hayvanların hakkını savunmak, onların ahlaki statülerini görebilmek ve yaşamın bir öznesi olduğunu kabul edebilmek etik açıdan toplumsal eşitlik anlayışının bir parçasıdır. İnsan dışı hayvanların kendi iradelerine sahip olduğunu görememek onları sömürmeyi normalleştirirken durumun etik bir problem olduğunun görülmesini de engelliyor. Başka bir varlığı sömürmenin etik açıdan ırkçılıktan ve cinsiyetçilikten bir farkı olmadığını görememek hayvan sömürüsünün korkunç bir faşizm içerdiğinin görülmesini de engelliyor.

Son yıllarda vejetaryen ve vegan beslenme ile ilgili tüketim ürünlerinin pazara sunulması, hiçbir hayvana acı çektirmeden yapay etin ticari olarak üretilmeye başlanması kapitalizmin kendine yeni bir pazar mı açtığı sorusunu akıllara getirse de hayvan sömürüsünün görünür kılınmaya başlandığını da gösteriyor. Hayvan sömürüsünün görünür kılınması ise sömürünün ahlaki sonuçları üzerinde tartışma olanağını da beraberinde getirecek. Sonuç olarak hayvanlarla ilişkilerimizi düzenlemeye değil, hayvan sömürüsünü sonlandırarak hayvanlarla ilişkimizi yeniden kurguladığımız yeni bir etiğe ihtiyacımız olduğu çok açık…

*Ege Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Toprak Besleme ve Bitki Besleme Bölümü, Prof. Dr.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

....